20 Mayıs 2013 Pazartesi

TEOMAN'DAN GÖNÜLÇELEN İLE İLGİLİ AÇIKLAMALAR


TEOMAN'DAN GÖNÜLÇELEN İLE İLGİLİ  AÇIKLAMALAR
büyümem beklenmeden afiyetle yenmişim…
hem kırıcı, hem kırılgan, hem mahcup, hem pervasız, hem zarif, hem serseri ruhlu bir çocuk… hem tenha bir kalabalıklık, hem tıklım tıklım yalnızlık. tüm bunların toplamı mağrur bir adam teoman. hayalleri, yarattığı kahramanları, içindeki boşlukları, çelişkileri, mutlulukları ve mutsuzluklarıyla şarkılarının gerçek öznesi: yakupoğlu teoman.
-geçtiğimiz yıllarda çıkardığın gönülçelen albümü için sallinger’in gönülçelen adlı romanından esinlendiğini biliyoruz. ne etkiledi seni gönülçelen’de?
gönülçelen benim en sevdiğim kitap sayılabilir. bir sürü sevdiğim kitap var aslında. yok, yalan söylemeyeyim, bir sürü kitap da sevmem aslında. edebiyatsever gibi görünürüm, müziksever gibi görünürüm ama çok az şeyi, çok fazla severim. gönülçelen’deki holden caulfield karakteri ilk gençlik yıllarımdaki “ben”i çok iyi anlatıyordu. o yabancı kalma duygusunu taşıyan, sudan çıkmış balık gibi hiçbir şeye uyum sağlayamayan, aynı zamanda sevdiği insanlarla tanışmak isteyen holden’la bir anlamda bütünleştim. yıllarca bu kitabı sürekli okudum. kardeşinin ölümüyle ilgili çok da zarif anlattığı bir bölüm vardır gönülçelen’de; o sahne beni hala çok etkiler. özellikle o ölümün yarattığı çöküntüyle camları kırma sahnesi çok dokunaklıydı. holden’in bu eylemi beni ağlatmıştır. benim gibi bu kitabı, bu karakteri seven birçok insan var. hatta gönülçelen klüpleri var yurt dışında. yanılmıyorsam mel gibson da komplo teorisi adlı filmde bir gönülçelen fanatiği olarak geçiyordu.
-adnan benk’in çevirisinden mi okudunuz gönülçelen’i?
evet, ilk kez adnan benk çevirisinden okudum bu kitabı. sonradan çavdar tarlasında çocuklar olarak çıktı ve daha iyi bir çeviriydi belki ama ben ilk çeviriye sadık kaldım hep. adnan benk fransızcadan çevirmiş ama benim için orijinal olması çok önemli değildi işin özü. dolayısıyla bu kitap hep başucu kitabım oldu. nereye gidersem gideyim, yanımda taşırım. hem türkçesini, hem de ingilizcesini. hatta yurtdışı seyahatlerimde de mutlaka yeni baskı bir gönülçelen alırım. bu kitabın birinci baskısını bulmuştum, on beş bin dolardı, işin açıkçası alıp almama konusunda bayağı tereddüt yaşadım. ama paraya kıyamadım.
-kitapta çok absürd şeyler var. dikkat etmediğimiz ufak ayrıntıların saçmalığı ya da gerçekliği gibi…
evet, gündelik hayatta olan o absürd şeylerin o kadar büyük gerçekliği var ki aslında… mesela holden’ın, central park donduğunda kuğuların nereye gittiğini düşünmesi gibi. bu tip ayrıntılar benim de çok düşündüğüm şeylerdir. o herifi sanki kendime benzetmiştim.
-ama holden’de biraz nevrotik bir kişilik de var.
ben de çocukluğumda tamamen deli sayılabilecek bir kişiliktim. sonradan, iyileşe iyileşe büyüdüm.
-bu aslında biraz ergenlik bunalımı sayılabilir. kitaptaki holden karakterinin de ergenliğe geçiş dönemi sancılı bir şekilde anlatılıyor. senin için de sanırım zor bir dönemdi. babanı çok erken yaşta kaybetmenin travması, ergenliğe geçişte kendine seçeceğin baba modeli olmaması gibi. bu sorunu nasıl halledebildin?
babam öldüğünde iki buçuk yaşındaydım ama babamla ilgili iki sahne hatırlıyorum. biri hasta yatağında öksürüyordu, diğeri de ne olduğunu hatırlamadığım bir şeyden korkmuştum, beni kucağına alıp sevmişti. sonra da öldü. aslında babamın öldüğünü yedi sekiz yaşında kavradım. anneme sorduğumda “baban cennette” diyordu. eniştem isviçre’de çalışıyordu, ben cenneti onun gibi bir yer zannediyordum. o nedenle de herkese “benim babam cennette” diye anlatıyordum, etraftan beni gülümsemeyle karşıladıklarını hatırlıyorum. bu da bir beklentiye, babamın cennetten ne zaman döneceğine dair sürekli bir şekilde anneme soru sormama neden oluyordu.
-annen bu konuda bir açıklama yapmıyor muydu?
o konuyu hiç konuşmuyorduk ki. o hep çok üzgündü. sürekli diazem’lerle yaşıyordu. fiziksel olarak da çöküntü yaşamıştı. fizyoterapiye giderdi. bazen ben de onunla giderdim. böyle geçti çocukluğum. elbette baba modelini arıyordum. bunu kendimce çözdüm.
-nasıl bir çözümdü bu?
bana babamdan birkaç şey kaldı. kitaplar kaldı aslında. bilgi yayınları’ndan birkaç senaryo kitabı, gothe’nin faust’u ve meydan larousse aboneliği. benim için almış onları, sonradan biz devam ettik, o ansiklopedileri aldık. bizim evdeki en önemli şeydi meydan larousse. küçükken onları okurdum hep. ilkokulda, okumayı söktükten sonra anlamaya anlamaya da olsa ingmar bergman’ın yedinci mühür adlı senaryosunu okumaya çalışırdım. bunu sadece babamı tanımak adına yapıyordum. onun okuduğu kitapları anlamaya çalışıp yakınlaşmak çabasıydı bu. onunla ilgili konuşmayı çok sevmem, üzer beni ama babamla aynı yaşlarda olan, amca dediğim bir kuzenim vardı. ona gittiğimde babamla ilgili şeyler anlatırdı. bu çok hoşuma giderdi. edebiyata olan ilgim oradan kalma. aslında figür olarak babamı aldım ben. babam şiir yazan, edebiyata meraklı biriymiş. haydarpaşa lisesi’nde okurken, amca dediğim kuzenimle buluşurlarmış. “bugün ne yapalım, yahya kemal beyatlı hastanedeymiş, hadi onu ziyarete gidelim” anlayışında olan biri. ondan çok az fotoğraf var elimde. mesela sivas’a gitmiş, âşık veysel’le resim çektirmiş. zaten otuz üç yaşında ölmüş, bilmem kaç sene evvel o tip güzel kitapları, şu anda da benim okuduğum kitapları aldıysa özel biridir diye kendime uygun bir baba figürü yaratmıştım.
-belki de bir insanı kullandığı eşyalar, okuduğu kitaplarla en iyi şekilde tanıyabiliriz.
belki de. benim yaptığım da buydu. sadece kitaplar vardı elimde. çünkü evde sürekli bir ağlaşma durumu söz konusu olduğu için, çaresiz o ağlamaya sen de katılıyorsun. çoğu zaman da kaçardım diğer odaya. gothe’nin faust’undan, diğer kitaplardan yararlanmaya çalışıyordum. en çok bergman’ın senaryosundan etkilenmiştim. çocukken okuduğumda ne anlamıştım bilmiyorum ama çok etkilenmiştim. şimdi ciddi bir koleksiyonum var bergman’a dair. ama seyretmek istemiyorum. (çocukken yedinci mühür’ü trt’de izlemiştim, o zaman da çok etkilenmiştim) belki de küçükken aldığım o zevki bulamamaktan korkuyorum. öyle bir şey gelişti babamla ilgili.
-etrafında başka bir erkek figürü yok muydu?
hayır yoktu. kendi isteğimle, her yere saldırıyordum. kuran kursuna da gittim. oradan hz. muhammed’i de tanımaya çalışıp kendime bazı özelliklerini almaya çalıştım. hemen ardından çizgi romanlara merak sardım. onlardan da bir takım figürler alırdım. langelot serisi vardı; fransız gizli servisinde çalışan bir karakter. ardından james bond… erkek figürü yaratırken hep bunlardan beslendim. sonra elvis presley’i beğendim. oradan rock’n roll’e gittim. ama gerçek anlamda etkilendiğim hiçbir figür olmadı. hepsi kendi hayalimde yarattığım şeylerdi. bu da sonradan kafamı çok karıştırdı. bütün çelişkilerimin başlangıcı bu dönemdir aslında.
-nasıl çelişkilerdi bunlar?
çok utangaçtım. beğendiğim kahramanlar hem utangaç değildi, hem de çok cesurlardı. buradan yola çıkıp kendimi de sorgulardım. utangaç mıyım, yoksa ödlek mi? ödlek olmak istemiyordum. londra asfaltına çıkardım, izin yoktu benim oralara gitmeme ama sokağa oynamaya çıktığımda giderdim oralara. vızır vızır arabaların geçtiği caddenin ortasına atlar, gözlerimi kapatıp hiç bakmadan karşıya geçerdim. karşıya geçtiğimde ödlek olmadığımı, sadece insanlardan korktuğumu anlardım. bu sayede, sadece utangaç olduğumu anladım.
-seni televizyonda katıldığın sohbet programlarında izlediğimde hep gördüğüm bir şey bu. bilmenin getirdiği bir mahcubiyet, belki kibarlık diyelim… şarkı sözlerinde son derece cesur ve rahat olmanın altında yatan şey hayattaki utangaçlığın olabilir mi?
kız arkadaşım da buna benzer bir yorum yapmıştı. gerçek hayatta bunları söylemediğin için yazıyorsun diye. şarkılar benim için ödlekçe bir kaçış yolu da oldu. normalde kimseye o sözleri söyleyemezdim. âşık olduğumu bile söylemezdim. hala da bir kıza karşı çok şey hissederken, erkek arkadaşlarıma onu çok sevdiğimi söyleyemiyorum. kırk yaşındayım ve bu ödlek tavrı yeni attım üzerimden. ancak bir yanım utangaçken, bazen de bazı konularda hiç utanmam. kendimi öyle yetiştirmemişim. veya sevdiğim karakterler öyle olmadığı için. tabii ki bir özüm var benim ama üzerine koyduğum hayali kahramanlarla kendimi oluşturduğum için, kendi çelişkilerimi de oralardan buluyorum.
-gönülçelen albümünde, yanılmıyorsam zamparanın ölümü adlı şarkında “büyümeyen adam sendromu”ndan söz ediyorsun. ve “çizginin üzerinden geçemeyen adamlar”ı işaret ediyorsun. çocuklukta oynadığımız oyunlarda çizginin dışına çıktığımızda oyundan çıkarılırdık. büyüyünce, o çizginin dışına çıktığında, sana bunun geri dönüşümü bu kadar basit olmuyor. senin nerede başlıyor sınırların?
benim hayatımdaki kafa karışıklığımın sebepleri içimdeki özgür ruhla, yetiştirilme tarzımdaki baskının çarpışmasıyla gerçekleşti. bir taraftan o hayal kahramanlarına benzemek isteyen serseri ruhlu bir çocuk, diğer tarafta evde sevgisini de veren ama otoriter bir annenin baskısıyla büyüyen bir çocuk vardı. dolayısıyla bu durum sende bir kasılmaya neden oluyor. rahat olamıyorsun. bu tuhaf ikilem elbette dışarıya başka türlü yansıyor. utangaç ama biraz da kasıntı bir tip olarak görünüyordum. özellikle evde öyle olmak zorundaydım. çünkü diplomat olacaktım. bana öyle söyleniliyordu. biz orta sınıf bir aileydik. ama evde robdeşambırla dolaşıyordum. üstelik bütün çocukların evde böyle dolaştığını sanırdım. cam kenarına oturup ata binmiş çingene çocuklarını seyrederdim. hayranlık duyardım onların yaşamına. hiçbir şeyden utanmayan, üstelik serseri ruhlu insanlar diye özenirdim. (ben de cam kenarında oturan, yorulmasına asla izin verilmeyen bir çocuktum. çok zayıftım, on dokuz kilodan asla yirmi kiloya çıkamayan bir çocuk. iştahsızdım. yemek yememek için dolaplara gizlenirdim.) özendiğim insanlar, hiç bana benzemeyen ama olmak istediğim karakterlerdi. mesela; mister no. onun kadar rahat, dünyayla barışık biri olmak istiyordum. hiçbir şeyi iplemeyen, kadınlarla ilişkisi güzel olan bir adama özeniyorum. oysa ben kız gördün mü utanan bir adamdım. evde bacaklarımı açıp oturamazdım. ileride çok iyi yerlere gelecek, kont gibi olacak biri öyle oturamazdı. küfür etmek, argo konuşmak yasaktı. gizlice sokağa çıktığımda, diğer çocuklar gibi davranmaya çalışıp küfrederdim. dolayısıyla kendimi nerede konumlandıracağımı bilemiyordum.
-büyümekle ilgili meseleye tekrar dönmek istiyorum. ergenlik döneminde büyümekle ilgili kaygıların olmuştur belki, sonraki dönemlerde böyle bir kaygı taşıdın mı?
çocuklukta en sevdiğim şey şuydu; sevmek de değil aslında, hayata, doğan güne katlanamadığım için, okuldan geldiğimde hemen odama çekilir, elvis presley plağını pikaba koyar, kitaplarımı alır, başka bir dünyaya dalardım. bu dünya bana göre bir yer değil korkusunu da çok yaşardım. ve bu korkuyu yenmek için bir an önce büyümek isterdim. on altı, on yedi yaşına gelene kadar neredeyse yüz elli yıl yaşadım gibi gelirdi bana. o kadar korkunç yıllardı ki benim için. kendim olmaktan nefret ediyordum. yetişkinlerin arasında ciddiye alınmamaktan nefret ediyordum. en büyük istediğim on sekiz yaşına gelmekti. otuz yaş, benim için çok büyük bir yaştı. on sekiz yaşımda bu durumdan kurtulacağım, otuzumda da öleceğim diyordum…
-babanla ilgili bir durum herhalde bu.
evet, babamınki bana yeterli bir ömürmüş gibi geliyordu. otuzundan sonrasını düşünmediğim için oralarda kaldı duygularım. hatta otuzu bile bulamam diye düşünüyordum. şimdi kırk yaşına geldim. o zamanlardan beri kırk yaşına gelmiş bir adam ne yapar diye düşünmediğim için, garip bir şekilde o şarkıda söylediğim “büyümeyen adam sendromu bu, ama yaşlanıyorsunuz” dediğim kişi o. bir türlü büyüyemiyor, olgunlaşamıyorum. hala holden caulfield’ı okuyorum veya john fante’nin arturo bandini karakterini kendime çok yakın buluyorum. hep genç kahramanlar ilgimi çekti. gerçi gabriel g. marquez’in benim hüzünlü orospularım’daki doksan yaşındaki adamı da sevdim. zaten o adam da aslında on sekiz yaşında. demek ki büyümeyen adam sendromu daha büyük yaşlarda da oluyor. en azından yalnız değilim.
-gönülçelen ergen bir çocuğun kendiyle ve çevresiyle tanışma hikâyesini anlatsa da, bir takım ünlü suikastlere de yansımış. mesela john lennon’un katilinin elinde gönülçelen kitabının olması, reegan ve kennedy suikastçilerinin hayatlarında da bu kitabın rolü olduğunun iddia edilmesi... kitapta, sen de biliyorsun, suça yönlendirecek bir unsur yok. ancak bu kitaptaki en önemli vurgu masumiyet arayışı. john lennon’un katili bu duyguyla hareket etmiş olabilir gibi geliyor bana. beatles’ın dağılmasından, eskisi gibi popüler olmamasından john lennon’ı ve onun yoko onno ile ilişkisini sorumlu tutmuş olabilir. bir fanatiğin hayallerinin yıkılmasıyla ilgili bir çıkıştır belki de bu eylem. ne dersin?
kitabın sonundaydı galiba, “ siz siz olun kimseye bir şey anlatmayın” gibi bir söz vardı. gönülçelen çıktığında can yayınları’ndaki bütün gönülçelen’leri toplamıştım. her konserimden sonra o cümleyi okuyup bir tanesini seyircilere atıyordum. bilgim yoktu bu kitabın bazı suikastlara ilham malzemesi olduğundan. demek ki gönülçelen severler arasında terörizme yakın olanlar da varmış. benim ruhumda da terör esiyor bir bakıma. john lennon’un katili için söylediklerin doğru olabilir. ayrıca yoko’dan ben de hoşlanmam. peşinden gittiğin, sevdiğin birinin sana ihanetinin geri dönüşümüdür bu. ihanet bu tip yıkımlara neden olabiliyor.
-yıkım bir takım kırgınlıklar da yaratıyor. senin kırgınlıkların olmuştur mutlaka. ya da var mı kırgınlıkların?
hayır! herkesi bağışladım. kimseye kızgın değilim artık. ancak her şeye üzülür bir hale geldim. mesela hrant dink’e çok üzülüyorum. ama ogün samast’a da çok üzülüyorum. zavallı çocuk! televizyon haberlerinden kaçınıyorum. izlemek istemiyorum. majör ve minor depresyonlarım var. majör ruh halinde olduğumda, hüzünlü kitapları okuyamam, film izleyemem. her şeyden kaçarım o dönemlerde. diyelim ki orhan gazi’nin hayatını okuyorum; ya da cem sultan çok sevdiğim bir karakterdir, hüzünlü zamanlarımda onları da okuyamam.
-sallinger’in gönülçelen’in de bir gerçek arayışı da var. senin gönülçelen albümünün konseptine baktığımızda da, aynı gerçeklik arayışına rastlıyorum. sürekli sahte dünyalardan söz ediyorsun. özellikle doktor şarkısında, albüme adını veren parçada çok net hissediliyor bu. yine en güzel hikâyem, en çok sevdiğim, doruk noktası diyebileceğim bir albüm. orada da sahte vücutlardan, ilişkilerden söz ediyordun.
edebiyata dair bir takım göndermelerim hep var. mitolojiden, bazen tarihten yararlandığım oluyor. mesela bugün şarkısında jul sezar’a kadar gönderme var. duş şarkısı da erotik bir şarkı olarak algılandı ama asıl işaret ettiği o değildi. duş şarkısında ikarus’un balmumu kanatlarına, uçuşuna gönderme vardı. güneşe doğru uçmak ve kanatların erimesi… güneşe doğru ok atarsın ama gitmez. bu tip imgeleri, temaları, çağrışımları çok fazla kullandım şarkılarımda. evet, ilişkilerin sahteliğine de değindim. en güzel hikâyem albümünde, sırtı dönük bir kadın var. o başka türlü anlaşıldı. oysa ki sırtı dönük kız, imge olarak gerçek olmayan bir sevgiyi ifade ediyordu. o nedenle onu arkama koydum. önümde duran kız gerçek sevgiyi ifade ediyordu. ve ben o resimde gerçek sevgiye bakıyordum.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder